10 Nisan 2016 Pazar

gitme de konşalım NezihEr yayınları 2016


Gitme de konuşalım...

Yeşilin bütün tonlarıyla, yüzünü boyayan yaprakların rüzgara alkış tuttuğu bir ağacın gölgesinden aynaya bakıyorum. Ayna evin kendisi, ayna hayatımızın bütün ırmaklarından saçlarını tarayarak ruhumuzun ve belki de evimizin en büyük duvarında bize bakıyor. Ne kadar hüzün…
Şiir değil aslında, hüzünlü dizelerden yola çıkan bir hayatın; bir sayfasını aralayarak puslu bir aynanın kendine söylediklerini kayda alan bir yazıcının anaforuyla yere düşen duygularından kalan cam parçalarındaki gözyaşını usulca saklamasıdır. Uzun soluklu bir aşkın ara durağında kapıdan içeri giren umutların uzunca bir geceden sonra uyanmadan kendi esrikliğinde kalmasıdır. Hayaller, ne kadar çok derin renklerin peşinde çocukluktan ergenliğe düşer bazı sayfalarda.
Sevgili Azime Akbaş Yazıcı, diğer adıyla, kızıl saçlı bacımızın suskunluğunu yalnızca kendine bozduğu bir zaman diliminde bireysel ve toplumsal kanamaların en sızı köşesinden hayata ve kendine bakarken; aslında gördüğü aynadaki bulutlar, çocukluğundan kalma papatya bahçesinden gelen perilerin kanayan izleri olduğunu bilerek, kendi aydınlığından bir şamdan yakıyor anılarına.
Her şey anneyle başlıyor bu kitapta… Hepimizin hayat mutfağına renklerini veren annemizin saçlarını koklayarak düşeriz yollara. Uzun bir yolculuğun benzeşen repliklerinden düşen oyuncular gibi aynaya bakarız durmadan. Oysa gördüğümüz ve yaşadıklarımız bizleri hayata armağan eden ve baktıkça yüreğinde volkandan magmalar, çiçeklerden ırmaklar, rüzgarlardan hüzünler ve en çılgın saatinde rüyamıza girerek ellerimizi ısıtan o havari anaların sonucuyuz. Ve belki de bizler, tanrının onlara sunduğu ilk armağanlar olarak kendi kıyımızda kendi kumsalımızı onarmaya çalışan yelkenlisini kendi dokuyan, acemi çocukların toplamı olarak sahneye-odaya girdiğimizde bizi takip eden uzak fısıltıların karanlığını pencereden atmaya kıyamayan büyük çocuklarız.
Azime’nin anlatmaya çalıştığı bu çocuklardır aslında.
Sonra acılara dokunuyor. Acılardan bir kilim serip oturuyor körfezin bakışına. Gemilerin sessiz ve dumansız geçişleri hep duyulan hüzünlerin yeterliliğinden kaynaklandığını anlayacak kadar kalabalık bir resmin içinde kedi oluyor.
Canınız sıkılıyorsa, borçlu olduğunuzdan… Cevap veremediğiniz her soru, dökülen sararmış yaprağıdır acının” nefesini derinlerden derinlere, dağlardan bulutlara ve hiç yağmuru olmayan mevsimlerin sıkı dokunmuş sayfalarına sığınıyor. Acının başka tarifi yoktur aslında. Aynanın soluk yüzlü fotoğraflarında kendi yarattığı meleklerin kanatlarındaki eksik renklerden kedilerin sorumlu olduğunu bilmeden “Yalnız içinde sustuğu çocuğu büyütür
Büyütmek kolay değildir elbet. Aynaların kendi sırrını söylemediği gibi kendi görüntüsünde hep çocukların kendi çocukluğuna yaptığı yeni renklerin içinde gezen yağmurların maviye kaçması gibi hayata armağan edilen gözyaşı hep düşkündür, kendi sıcaklığına. Ve orda büyür çocukların arkasında okunan suya dair dualar.
Su ve dua bir rengin öksüz halidir Azime de. Kediler ve mevsimler çocuklardan kalan son söylencenin vefalı tanıkları arasında sürekli odada dolaşırlar. Cam ve kapı dışarıdan gelen seslerle örtülüdür. Ve birden, her zamanki gibi “Hayal gücüne ölüm iniyor ülkemin” … “kanla yıkanan karanlıklardan oyuncaklar düşüyor”
Odanın içinde kediler de var… Boyalar, resimler, kitaplar, Cazcı beyaz zenciler da olmazsa hayatın kendine mahsus kapılarındaki fısıltılı ağlamalar duyulmayacaktı. İçerisi dışarıya benzerdi. Hayat böyle bir masaldan suyunu taşırken kardeşleriyle paylaştığı salıncakların ipinden düşen anıların, anlatı izindeki sarhoşluğu sessizce, bağırır gibi bir şiire bırakılabilirdi. Bıraktı da… İşte burada kızıl saçlı bacımızın; Azime’nin derin yaralardan güle dönüşen kavuşmaların burukluğu içinde Gezi Parkına, taşlara, tomalara, hayata, suya, akan marşlara, suskunluğun içindeki kıvılcıma ulaşan dizeleri, çağdaş bir şair olmanın giymesi gereken sözcüklerden birkaç tanesiydi.
Hayatın resmini yapmak kolay değildi. Her şey oyunla başlıyor ve oyuncuların kendi içlerine okudukları masalların ipine sarılarak yollara düşülüyordu. Yolda derin acıların bakışlarda kalan kömür izlerini taşıyacak, anlatacak bir dizenin peşinden çocuklar ağlıyordu. Bu büyük dize be en büyük tablo; maden ocağında bulunan ekmekti.
Ekmek kutsaldı. Aşklar da. Eline dokunan, küçük kızların saçlarındaki tokaların renkleri ve çıngıl-mıngıl şarkıları arasında, ruhunda yuva yapan serçelerin yolculuğu başlardı. Oyundu hayat…
Önüm, arkam, sağım, solum…Sobe.”  Kime?
Şair burada aslında bir ironi yapıyor. Babil kulesini yapan ustanın son oyununda kalan ve yalnızca kendine mırıldandığı Asuri bir şiirin ayak izlerindeki gölgeleri aradı. Zaman yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Onu yaratan ve aynaya döken bizdik. Ses ve suskunluk bizdik. Çocukların en son dokunuşunda kalan parmak izlerindeki sıcaklığı sarıya, çılgın bir çığlığa armağan eden bizdik. İşte şair burada, tanrının sözlerini kendi asasına armağan ederek çiçeklere renk, kuşlara çocuk adlarını veriyor… Ve şairin dediği gibi, “Mor çiçekli geniş bahçeleri yazmalı iyi anlatan biri. Susmamalı…”
Şair, susmadığı için; aynadaki sislerin mor salkımlı bulutlarından, sürekli yağmura armağan edilen gözler de buluşuyor. Pencereden, kente düşen bütün gölgelerin ayak izlerinde yeni bir öykünün gizemli kahramanını arıyor. Ve bu nedenle mutsuz bütün çocuklar. Renklerin dağınıklığı, kuşların serseri kanatları ve hayatın annelere armağan ettiği oyuncaklar.
Öyküsü iyi çocuklar fısıldadı kulağınaYaz bizi
Ve yazdı Azime Akbaş Yazıcı… “Gitme de Konuşalım”…Son yılların en güzel anlatı, en güzel hüzünlü caz şiirlerinin baladı. Kedilerin, çocukların, aşıkların ve kuşların mevsimlere dağıtılan bir şairin mor salkımlı hüzünlü saçları. Yine de “Gitme de konuşalım, çocuk

Ümit Yaşar Işıkhan

http://www.ilksesgazetesi.com/yazar/gitme-de-konusalim-3006.html