16 Kasım 2009 Pazartesi

NefesTen Ahmet Günbaş

Nefes Ten – Azime Akbaş Yazıcı, İlya Yayınları, 1.basım, 2009, İzmir

Resimle şiiri bir arada götüren Azime Akbaş Yazıcı’nın NefesTen’i için, düzyazı şiirle boy ölçüşen ‘şiirli denemeler yapıtı’ diyebiliriz ilk bakışta. Modern anlamda ‘kısa öyküler’ toplamı olarak da görebiliriz dünyanın akıbetiyle ilişik yakıcı satırları. Deneme ya da öyküye yapışık şiir damarına bakılırsa, ben doğrudan şiirden sayıyorum onu.
Çoğuna ‘dipnot’ sayılabilecek geleceğimizle ilgili yığınla ‘üst not’un fay hatlarında geziniyor Yazıcı. Hani burun buruna geldiğimizde can havliyle yaygarayı bastıktan sonra çabucak unutuverdiğimiz ayrıntılar bunlar! Örneğin 17 Ağustos 1999’da ülkeyi altüst eyleyen Marmara Depremi büyük ölçüde unutulmuştur toplumsal bellekte. Siyasi bellek ise hak getire!.. Şairin belleği ise dimdik ayaktadır. Bir atın yelesini okşar gibi seslenilir gecedeki tanığa:
“Uyu sen bu gece... Bırak nereye diliyorsa oraya gitsin gökyüzü kâbusları. Sen gitme yalnız. Sesini ve nefesini rüzgârlara ver, çocuklar oynasın gölgende. Bu ne çok özlemek ve ne çok aşktır.” (s:13)
Bembeyaz gelinliğinle uluslararası barış elçiliğine soyunan Pippa Bacca’nın ağıdı bir tek tümcede özetlenebilir.
“Göğsümde çığlık çığlığa ağlayan bir sokak çocuğu” (s:17)
Küresel ısınmanın doğurduğu yıkımlarla insanoğlunun aymazlığı birleşince çığlık daha da derinleşir. Kitap kapağında göze çaptığı gibi “sus olur kediler” (s:21)
Çığlıklar göçe dönüşünce çok şeyin eksildiğini duyumsarız yaşamdan. Başta su kaynaklarının kuruması, kirlilik, savaş derken geriye dönüşün olanaksızlığı düşlerimizi de karartır.
Şair, çevre bilinciyle sanat bilincini birleştirerek içselleştiriyor yıkımın boyutlarını:
“Geri dönmek keskin bir acı, incitilmiş sırça sarayları düşüyor güncelerin. Soluk ve tokatlı yüreklerin gizemli yolculuklarında kurşun sesi vuruyor operaları.” (s:29)
Kısaca, dünya bir intihara hazırlanıyor giderek. Çünkü aymazlık had safhada. Bildiğini okuyor insanoğlu. Sanatın karşıtlığı devreye girmezse işimiz zor. Sanatçı herkesden önce görmeli, duymalı, yazmalı, çizmeli olumsuzlukları. Birileri giderken o dönmüş olmalı. Yazıcı da böyle davranıyor. Bireyselliğin tüm sorumluluğuyla uyarmalara/uyanmalara seferber eyliyor tüm duyarlığını. Mevsimler değişiyormuş, genlerle oynanıyormuş, zehirli gazlar ortalıkta canlı bırakmıyormuş, ozon tabakası inceldikçe sıcaklık yıldan yıla artıyormuş, buzdağları için için eriyormuş, ormanlar yalım yalım yanıyormuş derken, gezegenimizde tutunacak yer kalmayacak bu gidişle! Kendine yabancı çırılçıplak bir yalnızlıktaki kıpırtı son derece anlamlıdır bu yüzden:
“Aynalarda ölür, sokaklarda konuşurum kendimle. Ey koca yalnızlık, anlat bana salkım söğüt mavi boncuklu çözülmüşlüğünü. Aç pencereyi di’li geçmiş zaman hoşgöründeyim. Mevsimsizliğin en büyük uyanışındayım. Uyanmalıyım.” (s:43)
Yok oluşun hızı dirime göz açtırmazken, şairin itirazları bir dizi terapi oluşturuyor denebilir. Yaşamı ve insanı ciddiye almaktır bunun karşılığı. “Mavi bir köprü” kuruyor bizim için. Şiirin hızı yıkımın hızını geçmelidir ki iyimserlik kendinden söz ettirebilirsin:

“Hızlı gel şiir. Biliyor musun titriyor bir resim. İçinden nice sakin yıllar geçiyor bu şehrin. Su nasıl sakin.” (s:48)
“Korku çürümüş sevgi midir?” (s:54) diye sormak kabuğuna çekilen insanlığın genel durumuyla ilintili olsa gerek. Renklerin de çürüdüğünü söyleyebiliriz rahatlıkla. Ortalıkta düş müş kalmadıysa, hele aşklar sürgün edildiyse vay halimize!.. Kirli sular kıyılarımızı yutmaya hazırlanırken inadına kâğıttan gemilerimizle karşı koymalıyız çocukça. Ancak çocukça bir saflık kurtarabilir bu dünyayı. Elbette aşk, elbette şiir, elbette uçsuz bucaksız sevgi!.. Bir şairin haklığını anımsamak gibi, ağaçlara kuşlara özgü bir çağrının eşliğinde:
“Ezra Pound ‘ellerime girdi ağaç, suyu kollarıma yürüdü’ derken, yanımızda mıydı sence, yasemin altında baş dönmesi sessizliğin şiirini yazarken... Bir kız..” (s:59).
Yazıcı, doğanın hırçınlığına usulca yaklaşmaktan yana. Tıpkı sayrılı bir insan gibi nabzını dinlemek, ateşini ölçmekle başlamalı onu anlamaya. Ölüm döşeğinde bir çiçeğe empatiyle “benden önce ölme çiçek” (s:63) diye seslenmeli, kalanlara özenle bakmalı.
Kara bir deniz hırıltılarla boğulurken azınlıkta kaldığımızın altını çiziyor Yazıcı çığlıklarını upuzun tutarak:
“Deliriyorum, kirleniyorum, kafesleniyorum. Ellerim buz, şimdi her şeyin farkındayım. İnanmam gereken ses sadece kendi sesim. İnanmam gereken koku ise içimi aydınlatan her koku ve de kendi kokum.” (s:67)
‘Dipnot’ olarak algılanan üst başlıkları okumasanız da her şiirsel denemenin fokur fokur kaynayıp durduğuna tanık olursunuz. Gri fon içinde debelenen ‘NefesTen’ler, sürekli bir felaketi işaret ederler inleyişleriyle. Konuları ve kahramanları savrulmuş durumdadır. İçtenlik yarışında hep mutsuzluğa çıkar yollar. Batağa saplanmış, düğümlenmiş ve bastırılmış sevinçlerin öyküsünde insanı arar dururuz boşuna. Sürgit bir iletişimsizlikten/yabancılaşmadan iki yakamız bir araya gelmez. En kötüsü kendi sesine yabancılaşmaktır ki öteki seslerin farkına varmakla anlam kazanır tüm arayışlar:
“suçludur sesim yitirdiğim sesine... bunu bilirim
kanatlarım kirişte , bu senin ayak sesin... bu sensin... (s:116)
Naylon yiyerek ölen bir kaplumbağaya yakılan ağıt, seslerin, daha doğrusu sessizliğin yorumunda bulur anlatımını. Tıpkı Pippa Bacca gibi bir kaplumbağanın yokluğu da çocuksu bir hüzünle açıklanır:
“Vurulmuş çocuklarımı topluyorum karasularınızdan” (s:131)
İnsan eliyle işlenmiş çevre cinayetleri dökümünü yaparken hep çocuklar gelir akla. Yapıtın girişinde yer alan “ay saklarsa yüzünü / masalsız ölü çocuklar” (s:11) tedirginliği kuşkuları ve korkuları büyütür.
Öyle ya, masalların kuruduğu yerde çocuklardan söz etmemiz neredeyse olanaksızdır!
Yazıcı, çocukları masallarla emzirmenin ciddiyeti ve gerekliliğiyle arıtmaya çalışmış NefesTen’ini. Yeşilli mavili yepyeni başlangıçları işaret ederek!..

Ahmet Günbaş

İstiridye...




günışığında yıkanmış
melekler
öylece çıkıp giderler

istiridye kabuğundan
çiçekler biriktirir
ayışığında çocuklar.

15 Kasım 2009 Pazar

İçinden Kuşlar Göçen Kedi...


Kedisini alır koynuna çocuk, ısırır karanlığı, siyah beyaz resme gülümser, duvar düşe masal yazar. İçi titrer yıldızların, ceplerinden çakıllar dökülür tuzlu gözlerine ...

Dünya Nereye...


Sonrası çerçevede solan bir resim
Islak ve nemli acıların
Limanıdır ismine ömür denilen alemin…
Aşk ateşe verilen.

Gitmiş bulundum
Uyanmak olmaz
Uykular yalan bir gölge.

NefesTen


AZİME AKBAŞ YAZICI’NIN TÜKENMEYEN RENK VE İMGELER DÜNYASI
(NefesTen, Azime Akbaş Yazıcı, İlya Yayınları, Nisan 2009, 136 sayfa)

Sanat, evrene yepyeni biçimler kazandıran olağanüstü bir çaba… Sanatta farklı bakış açıları, sıra dışı anlatım biçimleri ve yepyeni teknikler denendikçe, sanat denen bu güzellikler bütünlüğü, sonsuzluğa açılan bir pencereden bakmak gibi gelir insana… Sanatın sınırsız ve tamamlanmayan bir kavram olduğunu; sanatın bir dalında yoğun emek veren bir sanatçının, başka dallarında da yepyeni güzellikler yaratabileceğini düşünürüm. Çünkü sanatçı, sıradan insandan epeyce farklı olan algılarıyla, farklı görme biçimleriyle, kullandığı malzeme ne olursa olsun; onu yaratıcı enerjisi ile yeniden şekillendirir, yepyeni dönüştürümlere uğratır. Bazen renklerle, figürlerle, şekillerle bize görselliğin içinde yepyeni imgeler sunar sanatçı; bazen de sözcüklerin büyülü imge dünyasına açılıp, oradan yepyeni sanat yaratımları çıkarır.

Bu bağlamda, resim sanatıyla edebiyat sanatının buluşması heyecan verici örnekler oluşturuyor. Ressam Azime Akbaş Yazıcı’nın resimlerinde renklerin ışıltısında, figürlerin hareketliliğinde şiir dizeleri de duyumsanıyor. Resimlerin içindeki bu şiiri Nefes’ten’deki şiirsel yazılarına aktarıyor sanatçı. Böylelikle, renkler dünyasındaki imgelerini yazın sanatının imgeleriyle buluşturuyor. Azime Akbaş Yazıcı’nın yüreğindeki imge esintilerinin yazılarına da yansıdığına; sanatçının, içinden şiirin, anıların, yaşanmışlıkların geçtiği metinler kaleme almış olduğuna tanık oluyoruz. Sanatın büyüsünün, kitabındaki yazıları da şekillendirmiş olduğunu görüyoruz. Görsellik, bu yazınsal metinlerin odağında yer alan başat kavram olarak dikkati çekiyor.

Azime Akbaş Yazıcı’nın metinleri deneysel sanat ürünleri olarak ön plana çıkıyor. Günümüzün edebiyat anlayışı da deneyselliğin üzerinde akıp gidiyor. Modernizmden postmodernliğe evrilen yazınsallıklar, herhangi bir türün içinde tutsak kalmadan dile geliyor. Azime Akbaş Yazıcı’nın metinleri de deneysel/yazınsal birer çalışma… Önceden belirlenmiş ve sınırlandırılmış bir kavram ya da tanımın dar kapsamına sığmayan yazılar. Hem şiir hem düzyazı şiir ya da şiirsel metin… Eskilerin “mensur şiir” dedikleri tarza oldukça yakın duran metinler… Bazen yaşamdan, yaşanmışlıklardan ve anılardan besleniyor bu yaratıcı metinler, bazen de sanatın en derin, en soyut, en karmaşık imgelerinden… Yazar, sevgi dolu bir tutumla, yalın bir dili bu imgelerin çevresinde koza gibi örüyor ve sözcük kelebeklerini anlam okyanuslarına açıyor…
Azime Akbaş Yazıcı, bence her şeyden önce şiiri gözetiyor; şiir, onun evrenini oluşturan ana kaynak. İmgelerini şiir dünyasından alıyor, onları düzyazının olanakları içinde değerlendiriyor. Bazen bir anıyla -mesela, Nezihe Meriç’le, Pippa Bacca ile- buluşuyor bu imgeler; bazen bir çocuğun gülümsemesinde, bazen de bir “ay kedisi”nin gözlerinde uçuşuyor… “ay saklarsa yüzünü/masalsız ölür çocuklar” dizesinde, çocukların masal ve düşlerinin ay’ın solgun yüzündeki görünümlerini dile getiriyor. Ay’dır her gece çocukları düşler ve masallar diyarına götüren gizemli varlık. Karanlığın çöktüğü geceler, çocukların masalsız öldüğü zamanlardır; yıkıp yok eden bir depremin koynuna yuvarlanıp masalsız ölüşü, masalsız kalışıdır çocukların…
Yeryüzündeki her şey çocuklar içindir aslında; çünkü onlar dünyanın umududur. Azime Akbaş Yazıcı, kitabında çevre felaketlerine dikkat çekmek ve çocuklara daha güzel bir dünya bırakabilme konusundaki duyarlılıklara okuru yoğunlaştırmak amacıyla, bölüm başlarındaki üst metinlerde çevre duyarlılıklarını işliyor. Bu metin adacıklarının etrafında, çocuk düşlemleriyle dolu öteki tüm şiirsel metinlerini toplayarak, onları birer sevgi yumağı halinde örüyor. Kitabın iç kurgusunun, kendinden önceki formları aşan sıra dışı niteliği, tam da bu noktada doruğa ulaşıyor.
Ruh ve beden; yaşam ve insan diyalektiği üzerine kurulmuş bir anlatı NefesTen. Çocuk gözlerinden hüzünlerin geçtiği şiirler, şiirsel metinler yer alıyor bu kitapta. Ölümün bir martı kanadında gelip denizlerin derinliğine götürdüğü çocukların öykülerini içimizde duyumsuyoruz. Mavi balonunu kaybetmiş, ağlayan çocuk düşleri, yaşantılarımıza karışıyor. Solgun ay, bir kedinin gözlerinde inanılmaz anlam derinliklerine kavuşuyor:
“Sus olur kedilerim. Ay kedisi gecelerimden bir değil, yüz değil, bin bir yıldız düşer parmak uçlarıma. Ödü kopar sessiz çizgilerimin.”
“Kan kırmızı giysileri içinde yeşile serecektir kendini. Deli dualarında belki son uykusuna vuracaktır incecik gövdesini. Kulağında kedi sesleri, Akdeniz’in Ege’yi öptüğü deniz fenerinin gölgesinde serilecektir tarih dokumuş taşlara.”
“Ve elbet ay gülümser kedilere bir yerde. Tırnaksız.”
“Gelincik yaylım ateşine girmişken çetin topraklarda, filizlenir kedinin derin yeşil gözleri. Örtülür karanlık. Hepsinden güzel sözcükler dökülür sürgün çiçeklerin. Kimsesiz kediler kırıldı kırılacak tırnaklarının kan acısında ay kedisi olmayı düşler.”
“Aydan düşmeyi doludizgin… Gelincik kızın saçlarındaki her gemi bir balık.”
Görüldüğü gibi, bu metinlerde Picasso ve Dali tarzı bir sanatsal parçalama/soyutlama ya da gerçeğin soyutlanarak ve arındırılarak anlatımı söz konusu. Gerçeküstücü ya da dışavurumcu bir ressamın şiir yolculuğu gibi… Gölgeler, ışıklar, rüyalar ve renklerin dansı… İncelmiş soyutlanmış ve arınmış bir dilin ve farklı görme biçimlerinin metne yansımaları… Sanatların kaynaştığı büyülü imgelerle dolu bir yolculuğa çıkmak gibi, Azime Akbaş Yazıcı’nın şiirsel metinleri…
Sanatçı, resim ve şiir dünyasından taşıdığı yoğun imgelerle, ışık, gölge ve renklerle dolu edebiyat yolculuğunda, bundan sonra da yepyeni yaratımlara açılacağının müjdesini veriyor NefesTen’de...
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com